DERSIMIZDIN
DİN - DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ BLOGU
Hz. Muhammed'in Vatikan Arşivindeki Vasiyeti
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 8. Sayısında bin yılı aşkın bir dönemden kalma, iki milyondan fazla belge barındıran gizli Vatikan arşivlerinin kapılarını araladı.
Katolik Cemaati’nin resmi tarihçisi ve Kültür Ateşesi Rinaldo Marmara tarafından kaleme alınan dosya “Vatikan’ın Gizli Arşiv ve Kütüphanesi’nde Bulunan Osmanlıca Eserler ve İstanbul Konulu El Yazmaları” başlığını taşıyor. Dergide Vatikan Kütüphanesi’nin kuruluşu, Vatikan Kütüphanesi Gizli Arşivi, Arşivdeki Türkiye tarihi ile ilgili kaynaklar, Osmanlıca El Yazmaları ve İstanbul’u anlatan el yazmaları kronolojik bir şekilde ele alınmış.
Vatikan Gizli Arşiv’inde Türkiye tarihi ile ilgili kaynaklar
Rinaldo Marmara Vatikan’ın Gizli Arşivi’nde Türkiye’nin de aralarından bulunduğu pek çok devletin tarihi ile ilgili, çoğu gün ışığına çıkmamış yüzbinlerce tarihi evrak olduğunu belirtiyor ve bunları bulup çıkarmak için hem zaman, hem de yılların verdiği deneyim gerektirdiğini söylüyor.
Marmara yazısında, Vatikan’ın Gizli Arşiv’inde yer alan Osmanlı sultanları ile zamanın papalarının veya kralların yazışmalarının dikkate değer nitelikte olduğunu ifade ederek bu yazışmaların tarafları, konuları ve tarihleri hakkında bilgiler veriyor.
Papa IX. Pio’nun Abdülmecid’e yazdığı 1848-1850 tarihli mektuplar, Sultan III. Ahmet ile Papa VII. Alessandro arasındaki gerçek dostluğu dile getiren mektuplar, III. Ahmet’in Polonya kralına yazarak tahta çıkışını haber verdiği ve bir önceki sultanla yaptığı barışı onayladığını belirten mektuplar, V. Reşad’ın Papa’ya yolladığı el yazması mektubu bunlardan bazıları.
Marmara ayrıca; Francesco Zenco’nun II. Beyazıd zamanına ait Türk örf ve adetlerini anlattığı 65 sayfa, Giacomo Soranzo’nun Türkiye’yi anlatan 1576 tarihli 40 sayfalık el yazmasının da yine bu özel arşivde bulunduğunu belirterek arşivin Dışişleri bölümünde ise Lozan Antlaşması ve Gayrimüslimler hakkında tarihi vesikaların yer aldığını söylüyor.
Osmanlıca el yazmaları ve Hz. Muhammed’in kızı Fatma’ya vasiyeti
Beş yüze yakın Osmanlıca el yazmasının Vatikan Kütüphanesi’nin beş ayrı bölümünde muhafaza edildiğini söyleyen Marmara “Kütüphane’ye ilk giren el yazmaları arasında 443 sayfalık çok konulu dini bir eseri sayabiliriz. Bu eser; Kutbüddin İzniki tarafından kaleme alınmış ibadetle ilgili Mukaddime, Hazreti Muhammed’in kızı Fatma’ya kadınların görevleri hakkındaki vasiyeti, Recep ve Şaban aylarının önemi hakkında yazıları içeriyor” diyor.
Kütüphanede dört adet çok değerli Osmanlıca el yazması eserin de bulunduğunu belirten Rinaldo Marmara; 1689 yılında vefat eden İsveç Kraliçesi Cristina’nın kütüphanesine ait olan bu eserler 1690’da Papa VIII. Alessandro tarafından satın alındığını ve bunlardan bir tanesi Jos. Von Hammer tarafından çok değerli olarak tanımlanan Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman adlı eseri olduğunu söylüyor.
Marmara, sanat ve bilim dalında Hizr ibn Abdullah’ın müzik kitabınının, coğrafya konusunda da Nil nehrinin haritasının ve eczacılık alanında Cesi’ye ait reçelerin yine Vatikan Kütüphanesi arşivinde bulunduğunu belirtiyor.
Vatikan Kütüphanesi’nin el yazmaları
Rinaldo Marmara 1453 Dergisi’ndeki yazısında; XVI. yüzyılda Batı dünyasının en büyük kütüphanesine sahip olan Vatikan’ın, satın alma ve hibe yoluyla elyazmaları koleksiyonunu arttırma yoluna gittiğini anlatarak dünyanın büyük kütüphanelerinden, kardinal, duka ve kraliçelerin özel arşivlerinden pek çok el yazmasının da 17. yüzyıl başlarında bu arşive eklendiğini anlatıyor. Marmara, arşivde bir Doğu koleksiyonu meydana getirme fikrinin Papa XI. Clemente’ye (1700-1721) ait olduğunu söyleyerek böylece Suriye ve Filistin’den el yazması eserlerin satın alınmaya başlandığını ifade ediyor.
İstanbul’u anlatan el yazmaları
Vatikan Kütüphanesi’nin muhtelif bölümlerinde İstanbul konulu XIV. - XVIII. yüzyıllara ait el yazmalarının da bulunduğunu belirten Rinaldo Marmara, İstanbulla ilgili bazı el yazmalarının ise gizli arşivde tutulduğunu söyleyerek; Maffeo Veniero’nun İstanbul tasvirini ve Venedik sefiri Marcantonio Barbaro’nun 1573 İstanbul anlatımını örnek gösteriyor.
Vatikan Kütüphanesi Hakkında:
Vatikan’da halka açık bir kütüphane kurulması fikri, Papa V. Niccolò’ya (1447-1455) aittir. Özellikle Papalığın hükümet örgütlerinin ihtiyaçlarını karşılayan bu kütüphanenin mevcudu 350 Latin elyazması’ndan ibaretti. Bu eserler depoya benzer bir yerde muhafaza ediliyorlardı. Papa kendi özel kütüphanesini de ekleyip, başka eserleri kopya ettirerek veya satın alarak eldeki mevcudu arttırmayı hedeflemişti. 1475’te Ad decorem militantis Ecclesiae bağlantısı ile Papa IV. Sisto kütüphaneye bir yer temin ederek sabit bir gelire bağladı ve Bartolomeo Platina adlı humanisti bu kurumun başına getirdi. Böylece Vatikan Kütüphanesi kurulmuş oldu. “Gizli” (Segreta) olarak adlandırılan bir bölümü de en değerli el yazmalarına ayrılmıştı.
Bu bölümde Rumca, Latince el yazmaları, en değerli eserler ve papalığın belge ve kütükleri yer alıyordu. 1527’de Roma’nın yağmalanması sırasında Vatikan’nın kitap koleksiyonu talan edildi.
Arşiv 1587’de Belvedere avlusunda özel olarak inşa edilen yeni binaya taşındı. Papa V. Paolo zamanında kütüphanenin arşiv belgelerinin ayrı bir binada muhafaza edilmesine karar verildi ve böylece Vatikan Gizli Arşivleri kurulmuş oldu.
Bugün Vatikan Kütüphanesi’nde takriben 70.000 el yazması, 100.000 özgeçmiş, bir milyon basılı kitap, 100.000 harita ve çizim bulunmaktadır. 1985’te açılışı yapılan kütüphane avlusunun altındaki betonarme inşa edilmiş 700 metre karelik bunkerde en değerli haritalar muhafaza edilmektedir.
KAYNAK: http://www.haber7.com
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benü Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme adetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevazin kabilesinin kollarından Benü Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve belağata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belagatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış Benü Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilahî risalet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibaren yürüttüğü İslam'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi layıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkanını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhatap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan itibaren davet faaliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenab-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murakabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vuku bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şak-ku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, ruhen davete hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne Halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Amine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Haşimoğullarının Mekke'deki itibarı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlaki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibar ve itaat edilen bir reis haline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kabe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Daru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmutta-ib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Daru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait müzakerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hakim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idarî, iktisadî, ilmî, içtimaî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrak ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebû Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tabiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Rahib Bahîra ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib, İslam kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine varmıştı. Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak islam'ın doğuşunda Hristiyan rühiyatının etkileri olduğunu, Rahib Bahîra'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslam'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslamiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis inancının asla bağdaşamaz bir karakterde oluşu, İslam'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi, bu iddianın ne derece asılsız gülünç olduğunun en açık delillerindendir.
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke, dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve adetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslam'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir. Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi, müstakbel Peygamberi ruhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlaksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Büvane'ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, adet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak için sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her harhangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabiidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibaren hayatı boyunca asla hiç bir puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti. Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu Talib'e yardırcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık, yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hakim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrak gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu ruhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenab-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların oynandığı, ahlaksızlıkların yapıldığı bu işret alemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı. Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi arasında Ficar Harbi vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudul ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zalimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü. Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Talib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebu'l-Kasım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tahir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lakabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mariye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, adil ve alicenab davranışları, herkes hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlakî olgunluk ve ruhî üstünlükleri ile derhal temayüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l Esved'in yerine konması meselesinde Mekke Sülaleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temayülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı. Allah'ın mukaddes evi Kabe'nin tamiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlaksızlıklar, din adına icra edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi cahilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenab-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teala'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, içtimai, ahlakî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet, günleri Hz. Peygamber'i ruhi, ahlakî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Peygamberliği ve Mekke Dönemi
İşte Hz. Peygamber İslam davası etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibaren İslam'ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslam'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve İslama samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup l. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke haricine İslam'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenab-ı Hakk'ın yardım ve inayeti sebebiyledir ki İslam'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Mesela azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibara sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Daru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattab, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidayete sevkediyor ve Ömer'in gücü islam saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhacirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehalet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslam'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, batıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Haşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi île onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhasaraya maruz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Haşimoğulları ile hiç bir münasebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu kararı yazdıkları sahifeyi Kabe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhalefet eden, hem vatana, hem de dine ihanet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhasara kaldırıldığı vakit müslümanlar peK ziyade sevinme imkanı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Talib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullah'ın üzüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslam'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Talib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslam'ı tebliğ etmek adeta imkansız hale geldiğinden Hz. Peygamber, İslam'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile birlikte bir gün gizlice Taife gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muamele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyasi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir eman ve himaye altında girmek gerektiğine kanaat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himayesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi. Yıllar boyu Mekkelilerin İslam'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhasara olayı, ardından Ebû Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına maruz kalması, bunu takiben de Taif halkının horlayıcı tavrı, her ne kadar Allah Rasulünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mucizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenab-ı Hak, Rasulünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsra ve Miraç mucizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi alemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece ruhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükafaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslamî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslam'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nazik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslam'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazreçli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler, l. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslam kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faaliyet öylesine verimli olmuştu ki İslam'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasulünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvama erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı, işte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslam tarihinde "Akabe bey'atları" adı verilmiştir.
Hicret ve İslam Devleti
Hz. Peygamber, planlı ve sistemli bir şekilde İslam devletini teşekkül ettirmek için içte bu tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslam varlığını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslam'ın yayılmasına imkan hazırlamak üzere Hz. Muhammed, çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslam'a kin ve husumetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faaliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahudi ve münafık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslam'a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Cabir el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kürz b. Cabir'i takibe çıkmış, bu tür tecavüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü (2/624). Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber tarafından takip altına alınması, Kureyş'ir harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vuku buldu (2/624). Bedir harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslam devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslam devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan hürriyetlerini tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları'nın serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu. (2/624). Böylece İslam devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu. Bunu izleyen yıllarda vuku bulan ve islam tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği Uhud , Benu'n-Nadir, Benül-Mustalık, Hendek, Benü Kureyza Hayber, Mekke fethi, Huneyn, ve Tebük gibi büyük gazveler başta olmak üzere Hz. Peygamber'in bütün seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep İslam devtetinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca bütün bu seferler ve muharebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gücüne, büyük bir sevk ve idare kaabiliyetine, ölçülmez bir cesaret ve şecaata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet Peygamberiyim, ben harp peygamberiyim" (ibn Hanbel IV, 395; V, 405) şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında sulhu harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu, hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye Musâlahası'nda Kureyş'in ileri sürdüğü, ilk bakışta müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hatta Hz. Ömer'in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashabı kiram tarafından "zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabülünü gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu (el-Fetih-48/1 ayetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in İslam'a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslam saflarında yer almaya başladı. Yine bu musalaha sayesindedir ki, İslam'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletildi ve cihanşümul İslam daveti hızla ilerlemeye başladı.
Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla İslamiyet kabul etmeleri sebebiyle müslümanlara hac etme imkanı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hala mevcut müşrik Araplar da kutsal bir ibadet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında cahiliye adetlerini irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebubekir'i hac emîri tayin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere Medine'den yola çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe (Berâe) Suresi'nin ilk otuzaltı ayeti nazil oldu. Bu ayetler müşriklere verilecek bir ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği, eskiden cahiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kabe'nin çırılçıplak tavaf edilmesi adetinin kaldırıldığı; İslam devleti ile andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği, antlaşma süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya müslüman olmak ya da İslam'a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları, antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu mühletin sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslam'a düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu hükümler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik Araplara, Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği İslam'ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslam'ı kabul ettiklerini bildirerek İslam devleti'nin hakimiyetine girdiler. Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslam dinini ve islam hakimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış, görevini layıkıyla yerine getirmiş oluyordu.
Tamamlanan İslam İnkılabı ve Hz. Peygamber'in (SAV) Vefatı
Hz. Peygamber'in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali, Hz. Abbas, Abbas'ın oğlu Fazl, Üsame b. Zeyd gibi yakınları yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebubekir'in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz. Peygamber'in vefat ettiği Hz. Aişe'nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashab-ı kiram grup grup gelerek Rasul-ü Ekrem için cenaze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde kılınan cenaze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz. Peygamber'in naşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi.
Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.
Hz. Peygamber'in Veda Hutbesi
EY İNSANLAR!
Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz. İNSANLAR!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.
ASHABIM!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.
ASHABIM!
Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
ASHABIM!
Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.
İNSANLAR!
Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
İNSANLAR!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
MÜ'MİNLER!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır. MÜ'MİNLER! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...
ASHABIM!
Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İNSANLAR!
Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
İNSANLAR!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur. İNSANLAR! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.) Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!
Hz. Peygamber'in (SAV) Şemaili (Vücut Özellikleri)
İdareci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En'am, 6/57, 62; Yusuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hakimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtiva eden Kitab'a, yani Kur'an-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.
Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda müslümanlar arasında veya İslam devleti'nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazan ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz.Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.
Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hz. Peygamberin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; "Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Etendimiz ashabını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Daru'l Er-kam'da, Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebîde ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesair durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Rasülüllah'ın zevceleri ve Ashabın alim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.